BİR DEĞİŞİMİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

BİR DEĞİŞİMİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ:

MEVLANA MUHAMMED CELALEDDİN BELHİ’NİN PUŞİDE VE SANDUKASINA DAİR KISA BİR AÇILAMA

Anadolu, kadim uygarlıkların beşiği olmuş bir coğrafyadır.

Tarih boyunca bir çok uygarlık bu topraklarda hüküm sürmüş ve günümüze kadar ulaşan insanlığın ortak mirası olarak addedilmesi gereken sayısız eserler bırakmışlardır.

Bu nedenle Anadolu, insanlık tarihinde son derece önemli yer tutmakla birlikte buradaki eserler ve onların ifade ettiği anlam da kadim insanlık mirası açısından çok yönlülük arz etmektedir. Bu önemli kavimlerin başında
gelen Türkler, Avrupa’da ilk defa IV.YY’ın ikinci yarısında gözüktükten hemen sonra Kudüs de dahil olmak üzere ön Akdeniz’de adeta yitik bir mirasın kökenlerini ararcasına, Kudüs dahil olmak üzere Anadolu, Mısır ve ön Akdeniz’e tekrar gelmişlerdir. Örneğin, Eddessa’lı Efraim’in anlatıları, her ne kadar dostane ifadeler ile olmasa da bunun kanıtlarından biri olarak değerlendirilebilir. Gerçekten de doğudan batıya doğru gerçekleşen önemli göç ve
nüfus hareketlerinin tartışılmaz aktörlerinden olan Türklerin bu akınlarının, İslamiyet sonrasında, sosyokültürel ve siyasal nedenlerin de tetiklemesiyle, özellikle VIII-XIII.YY’da hızlanarak devam etmiş olduğunu söylemek mümkündür. İşte, ön Akdeniz’de farklı bir etnogenez sürecini hazırlayan sosyokültürel hadiseler zincirinin içerisinde, özellikle XIII.YY’da olgunlaşmaya başladığını bildiğimiz Horasani Tasavvuf düşüncesinin en önemli
mümessili olan Mevlana Celaleddin Rumi’nin, babası Sultan-ül Ulema Bahaeddin Veled ile birlikte Belh şehrinden başlayan yolcukları en önemli düşünsel devrimlerden biri olarak kabul edilebilir. Bu yolculuk ve onun sonucunda teşekkül eden kültürel ve irfani miras Konya’da tamamlanmış, Horasan erenlerinin en mütekamil mümessili olan Hz Mevlana’nın 1273 tarihindeki vefatı sonrasında bugün hepimizin bildiği, daha sonra bilinen son şeklinin Bayezid II zamanında verildiği Kubbe-i Hadra adı ile anılan türbesinin bulunduğu bilinen mekana defnedilmesiyle Türk ve Dünya kültürüne mal olmuştur.

1. Türk Kültüründe ve İslam Dini açısından Defin Geleneği hakkında kısa bir değerlendirme Kabir/ قبر kelimesi makbere/makber olarak Arapça’da muhtelif şekillerde geçmekle birlikte esasında İbranice “kvr/çoğulu kevirat” kökünden gelmektedir.1 Mezar/ مزاًر ise ziyaret edilen yer anlamını taşıyan Farsça kökenli bir kelimedir. Buradan hareketle, bir kabrin “mezar” haline gelmesinin, o kabirin yerinin belli olması için konulan bazı işaretler ve yazılar ile gerçekleşeceğini söylemek yanlış olmayacaktır. Bunu da belirleyen en önemli neden, defnedilen kişinin anısının yaşatılması ve zaman zaman ziyaret edilebilmesi için yerinin belirlenmesi isteğidir. Öte yandan, İslam Dini’nde “lahd ve hakka” olmak üzere iki tür toprağa yani kabre defin şekli mevcuttur. Genel olarak lahd şeklindeki defin Hz.Muhammed tarafından tavsiye edilen yöntem olarak bilinmektedir.

1 İbranice “Kvr”-Toprağa açılan çukur anlamındadır ki Arapça kabir kelimesinden kasd edileni bire bir karşılamaktadır.

2 Bu yöntemin Medine’ye hicret sonrasında kabul görmeye ve yaygınlaşmaya başladığı bilinmektedir. Cenaze defnedildikten sonra kabrin yerinin belli olması ve ölenin anısının yaşatılması, gerektiğinde ziyaret edilmesi suretiyle ölene karşı onu unutmamanın bir vef’a olduğunu en iyi idrak eden Türkler olmuştur.  Gerçekten de Türklerin tarih boyunca İslam öncesi dönemlerde kurdukları çeşitli medeniyetlerde bunu görmek mümkündür. Hatta İslamiyet sonrası özellikle Horasan bölgesinde ölenin defnedildiği yer Arap püritenizminin aksine vef’a duygusunun bir ifadesi olarak üzeri hat ile bezenerek taş dikilmek suretiyle “mezar” halini almış, konulan taşın adına da “şahide” demek adet haline gelmiştir. Türklerin bu tarz ölü gömme gelenekleri, kökeni binlerce yıl öncesine dayanan Göktürk Devleti’ne ait araştırmalarda daha kati hale gelmekte, Uygurlarda bu kültürün korunması söz konusu olmaktadır. Ayrıca Pers platosuna ve Horasan’a yerleşerek orada geniş bir sahaya hükmeden Selçukluların da bu geleneği farklı formlar halinde sürdürmekten öte Anadolu’ya da taşıdıkları tartışılmaz bir keyfiyettir.

2Youssef Ragheb, İslâm Hukukuna Göre Mezarın Yapısı (Structure de la tombe d’après le droit Musulman), Cimetieres et Traditions Funeraires Dans Le Monde İslamique-İslam Dünyasında Mezarlıklar ve Defin Gelenekleri, sayfa 17-23, TTK Yayınları, Ankara-1996; Kabir kazıldıktan sonra kıble tarafındaki duvarın dibine ve uzunlamasına ölünün sığacağı kadar, “lahit” denilen girinti şeklinde bir oyuk kazılır. Hz.Muhammed’in tavsiyesinden hareketle, böyle yapmanın kabrin ortasında uzunlamasına bir çukur açılmasından (şakk) daha iyi olduğunu belirtilmiştir. Kabrin yıkılmaması için lahdin kenarlarının örülmesi ve cenazenin yüzü kıble tarafına çevrilip sağ yanı üzerine yatırılarak bir ahşap destek  yerleştirilmesi halen yaygın olarak uygulanan yöntemdir.

 

3 Bu sürece, kısaca değinmeden evvel Arap-İslam püritenizminin etkisiyle “İslamda mezar  yoktur”, “türbe mekruhtur”, “ölüye arkasında Kur’an okunmamalıdır” vb Vehhabiliği çağrıştıran hezeyanların ülkemizde artık bir sonunun gelmesi gerektiği kanaatindeyiz. Açıkça ifade etmek gerekirse, bu gibi radikal/köktenci ya da daha doğru tabir ile “fundementalist” söylemleri şiar edinen dinsel alana ait püritenizm son derece kesin yargılar içerdiğinden bir milletin kültür hayatına çok ciddi tahribat verdiği gerçeği ile karşıya olduğumuz da ortadadır. Zira püriten düşünce eklektik veya senkretik bir düşünce sistemini baştan reddecektir ki ülkemizdeki kültür buhranının temelinde yatan sorunların başında da bu gelmektedir. Fakihlerin özellikle Hevaric düşüncesine dayanan “La hükmü illalillah” mottosu din adına yargılama hakkını maalesef bizzat fakihlerin tekeline bırakmaktadır.

3 – Ülkemizde maalesef tasavvuf ve tarikat kavramları üzerine kimi yazılar yazan sayısız kitaplar bastıran haricilik geleneğinden ve düşünce formasyonundan kendisini kurtaramamış kimi akademik ünvanlı yazarların Türklerin özellikle Selçukluların Pers Platosunda ve Horasan bölgesinde antik tarihlerinden tevarüs ettikleri tasavvuf anlayışını ve ilgili coğrafyayı etimolojik ve epistemolojik olarak doğru dürüst tetkik etmeden “İran Tasavvufu” diye yorumlamaları şaşılacak bir kültürel bunalımdır.

 

4 Modern tabiriyle yargı/hüküm bir takım muhayyel diyalektik kurgusallık olup kıyasa dair vehmin dayatılması ile olduğundan tasavvuftaki hakikat kavramı ile hep tenakuz halinde bulunmuştur. İslam dünyasında da mezar yerine, bilinçli olarak israrla “kabir” kelimesi kullanılmak suretiyle fakihlerin çoğunluğunun, Müslim, Ebû Dâvûd, Tirmizî gibi muhaddislere dayanarak kabrin üzerine taş dikmek ve ona yazı yazmak suretiyle mezar haline getirilmesine salt bir takım itikadi endişelere dayanan fikir buhranlarıyla anlamsız bühtanlarla muhalefet etmelerinin arkasında siyasal iktidar kaygısının olduğu da dikkat çekmekte olup, mahiyeti ne olursa olsun kabir üzerine yazı yazmayı mekruh saydıkları da bir gerçektir. Bununla beraber Hanefîler’e ve diğer ulemâdan bazılarına göre ise ölünün kabrinin kaybolmaması, saygı duyulup çiğnenmemesi için gerekirse yazı yazmak suretiyle oranın “mezar” haline getirilmesinde bir sakınca bulunmadığı görüşüyle, “icmâ” da ağır basmış gibi görünmektedir. Türk Kültürüne zarar veren, “püritenizm eksenli”, dışarıdan güdümlü, içeriden de idraksiz bir güruh tarafından güya İslam Dini’nin aslına döndürmeye yönelik iddialar içeren bir takım mülahazaları bir tarafa bırakıp, Türklerdeki mezar uygulamasının köklü geçmişine kısaca değinmenin aziz milletimizi bir nebze aydınlatmak yolunda yararlı olacağı kanaati hasıl olmuştur. Bilindiği üzere M.Ö II.YY’a kadar tarihlendirilen Pazırık Kurganı, Türklerde, ölen kişilerin üzeri toprağın ağırlığını taşıyacak şekilde kalın tomruklar ile mukavim kılınmış “mezar oda”larına gömülme geleneğinin en eski örneklerinden biri olarak kabul edilmektedir. Bu örnekte olduğu gibi, mezar odasının tavanı keçe ve kumaşlar ile de kaplanmaktaydı. Göktürkler ile birlikte Bulgar Türklerinde ve Kuman Türklerinde görülen adet üzere mezar üzerine heykel dikildiği de arkeolojik araştırmalarla sabittir.

4 -Montgomery Watt, İslam Düşüncesi’nin Teşekkül Devri, Çev,E.Ruhi Fığlalı, Sarkaç Yayınları, 3.Baskı, Ankara-2010

 

5 Öte yandan özellikle VIII.YY’da Uygur Türkleri ve sonraları da Karahanlı Türk Devletlerinin ilk zamanlarına
tarihlendirilen mezarlarda, Budist geleneğin etkisiyle fresk tarzında süslemeler de bilim insanlarının dikkatini çekmiştir.

6 Öte yandan, özellikle Göktürk uygarlığında anıt-kurgan geleneği çarpıcı bir şekilde karşımıza çıkmaktadır. Özellikle Hanuy ve Selenge nehirlerinin buluştuğu Şivet-ulan’da İlteriş Kağan’a ait olduğu sanılan anıt-kurgan’nın 40×100 m2 olduğu bir dikdörtgen alan üzerine oturtulduğu tesbitler arasındadır.

7 Yine Koço-Tsaydam gölü yakınlarındaki Bilge Kağan ve Kül Tigin Kağan mezarları, freskler içeren anıt-kurgan mimarisindedir. Bu fresklere Göktürk kültüründe “Bediz” denildiği ve “Balbal” denilen dikili taş kavramından, sağ iken kayda değer önemli işler gerçekleştiren üst düzey yöneticilerin anıt kurganlarına has bir gelenek olmasıyla farklılık arz ettiği de bildirilmektedir.

8 Pers platosunda Horasan bölgesine Türklerin egemen olduğu dönemlerde, inşasının 1006- 1007 yıllarına tarihlendirildiği Cürcan Emiri Kabus ibn Veşmgir’e ait, İslamiyet sonrası Türklere ait ilk anıt-kurgan tarzı “anıt mezar”ın V.V.Barthold tarafından, binanın tepesindeki kubbenin ve gövde inşaatının çok cepheli tarzda olması nedeniyle Kafkaslardaki kilise mimarisinden esinlendiği iddia edilse de bu tarz bir geleneğin bölgeye hakim olan Selçuklu Türkleri tarafından Karahanlı ve Gazneli Türk devletlerinden tevarüs ederek yaygınlaştığını gösteren bir çok kanıt bulunmaktadır.

9 Ayrıca sanat tarihi uzmanları tarafından Stronach ve Young adlı İngiliz araştırıcılar tarafından incelenen, Kazvin-Hemedan arasındaki Harkan bölgesinde iki kümbet, 1071 Malazgirt savaşı öncesine yaklaşık 1067-8 yıllarına tarihlendirilmektedir. Ayrıca yine 1012 tarihine kadar inen Özkent Nasr Bin Ali türbesindeki geometrik sekizgen motifli mimari-çini ve ağaç işlemeciliği tarzı Anadolu Türk Sanatında da devam edegelmiştir. Bu durum Orta Asya Altay kökenli antik Türk uygarlığına has uygulamaların yine Selçuklu yurdu olan Pers platosu ve Horasan’dan Anadolu’ya değin Türklere vatan olmuş her coğrafyada yayıldığı tartışma götürmez bir gerçektir.

10 Ancak burada konumuzla ilgisi bakımından Türklere has bir gelenek olan türbe mimarisindeki geleneksel bir teknik detaya değinmek zorunluluğu vardır. Bu önemli teknik detayın özünde stupa” tarzı dikkat çekmektedir. Bu bakımdan, Sultan Sencer Türbesi ve Hace Ahmed Yesevi türbeleri Türkistan ve Horasan türbe mimarisinde Selçuklu Türklerinin ulaştığı seviye bakımından göz ardı edilmesi imkansızdır. Merv şehrinde bulunan Sultan Sencer Türbesi 1157 yılına ait olup, Hace Ahmed Yesevi türbesinin 18 m’lik kubbesi 1360 yılına tarihlendirilmektedir. Her ikisi de stupa tarzıdır. Yukarıda da ifade ettiğimiz üzere Kaşgar dolaylarında da benzer örneklerini gördüğümüz Budist Stupa’larını andırır bu gelenek Uygur Türklerinin İslam öncesi devirdeki geleneklerinin devamı olarak kabul edilmektedir. Semerkand Kadızade-i Rumi türbesinde ve Memlükler de görülen bu türbe mimarisi Türkler tarafından doğudan batıya taşınmıştır. İşte bu tarz, içi örülerek yükseltilen stupa tarzı türbe mimarisi Hz.Mevlana’nın Konya’nın simgesi haline gelmiş “Kubbe-i Hadra” adı verilen türbesinde de çok açık bir şekilde dikkati çekmektedir.

5-  Bahaeddin Ögel, İslamiyetten önce Türk Kültür Tarihi-Orta Asya Kaynak ve Buluntularına göre, sayfa 133-197, TTK Yayınları, Ankara-2014.
6 – A.g.e, aynı bölüm ve sayfalar
7 – Sencer Divitçioğlu, Kök Türkler (Kut, Güç ve Ülüg), Ada Yayınları, sayfa 94-104, İstanbul-1987.
8- A.g.e, aynı sayfalar.
9 – Vasily Viladimiroviç Barthold, Müslüman Kültürü, Çev. M.Fatih Karakaya, sayfa 69, İdea Ayrıntı, İstanbul-2013.
10-Türk Sanatı, Oktay Aslanapa, Remzi Kitabevi, 5.Basım, sayfa 70-71, İstanbul 1999.

 

11 Bugün batılı müşteşrikler ve ülkemizdeki kimi akademik çevrelerin inatla “İran vurgusu” yaparak, Anglo-Saxon terminolojisinde israr etmeyi sürdürdükleri, aslında Selçuklu Türk Coğrafyası olan Pers platosuna ve Horasan’a, bu mimari tarzının Altay dağlarının güneyinden tevarüs ettiğinin üzeri israrla örtülmesi anlaşılmaz bir kültürel inkardır.

12 Mezar üzerinde türbe ve kubbe yapılmasına dair ise Mevlana’ya ait iki farklı görüş olduğu bilinmektedir. Hz.Mevlana, Mesnevi’de mezar üzerine türbe inşa edilmesinin ve kubbe yapılmasının “mana erlerince” makbul olmadığından bahsetmiştir.

13 Bununla beraber Ahmed Eflaki Dede’nin naklettiğine göre, sonradan sevenleri ve ona tabi olanların bir vasiyet gibi addettikleri üzere Alümüd-din Kayser tarafından görevlendirilen Bedreddin Tebrizi isimli bir mimara mezarının üzerine kubbe yapılmış, inşaat 1274 yılında Çelebi Hüsameddin’in postnişinliği döneminde tamamlanmıştır.

14,15,16  Bununla beraber yine türbenin inşaasında Muineddin Süeyman Pervane’nin eşi Gürcü Hatun’un da katkıları oldukça önemlidir.

17 Türbenin ilk inşa edildiği devirlerde sadece güney yönünde bugün dışarıdan payanda olarak gördüğümüz cihetle bir duvar ile kapalı olduğu bilinmekteydi. Mevlana’nın mezarının üzerine, daha sonra Selimoğlu Abdülvahid isimli sanatkar tarafından Selçuklu devri ahşap oymacılık işçiliğinin en güzel örneklerinden olan zarif ve bir o kadar da ihtişamlı cevizden imal sanduka da yerleştirilmiştir.

11A.g.e, sayfa 71-78.
12Ahmet Taşağıl, Gök-Türkler, TTK Yayınları, 5.Baskı, Ankara-2021.
13Mesnevi Tercemesi ve Şerhi, Abdülbaki Gölpınarlı, İnkılap ve Aka, Cild III, sayfa 14, Beyit 133, İstanbul-1983: Beyit 133’de, Mezarın üstüne türbe yapmak, kubbe kurmak yüce dıvarlar örmek, mana erlerince makbul bir şey değil

14İbni Bibi, Selçukname, Çev.Mükrimin Halil Yinanç, Haz.Refet Yinanç-Ömer Özkan, sayfa 252,
5.Baskı, Kitabevi, İstanbul-2017.
15Ahmed Eflaki, Menakıb-el Arifin, Çev.Tahsin Yazıcı, Cilt I, sayfa 287-288, Remzi Kitabevi, İstanbul 1986.
16Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlana Celaleddin, İnkılap Kitabevi, sayfa 131, İstanbul 1985.
17Nejat Kaymaz, Anadolu Selçuklu Sultanları’ndan Gıyaseddin Keyhusrev II devri, TTK Yayınları, IV/A-2-1.1.Dizi-Sayı: 2, sayfa 71-85, Ankara-2009: Alaaddin Keykubad I zamanında Anadolu Selçuklu Devleti en parlak dönemlerini yaşamış ve Doğu Anadolu’da Moğol tehlikesine karşı önemli tahkimatlar ile tedbirler alınmıştır. Bir taraftan Celaleddin Harezmşah, diğer taraftan da Doğu Anadolu’daki Eyyubi nüfuzu önlenmeye çalışılmıştır. Sinop kalesi elde tutularak Trabzon Komnen’leri
kontrol edilmiş, Ermenistan Anadolu Selçuklu Devleti’ne tabi kılınmıştır. Devrin Dominiken Misyoneri Simon De St Quentin Nicae Rum İmparatoru Ionnes Dukas Vatatzes’in de Selçuklu Devleti ile 1211 yılından sonra Latin Krallığı döneminde, tabii-metbu ilişkisi kurmasa da iyi ilişkiler içinde olduğu muhakkaktır. Gürcistan ile de Anadolu Selçuklu Devleti müttefik bağlamında iyi ilişkiler geliştirmiş, Gürcü Kraliçesi Rosudan’ın Thamara adlı kızı Gıyaseddin Keyhusrev II ile evlendirilmiş Gürcü Hatun adı ile de biline gelmiştir. Kaymaz’a göre her ne kadar Melike Thamar diye de anılan Gürcü Hatun Moğollara karşı bir ittifak ve Gürcistan’ın tampon devlet olarak kullanılması amacıyla Selçuklu Sarayına girse de Gürcistan’ın Moğollar tarafından ele geçirilmesinden sonra bu evlilik pratik anlamda devlete fayda getirmemiştir. Aksine Gıyaseddin Keyhusrev II’nin atamalarda kayırma ve liyakatsizleştirme yapmasına neden olarak devleti zaafa uğratmıştır. “Mevlana Celaleddin Rumi Mektuplar”da adı geçen ve ona bende olduğu bilinen Gürcü Hatun  Gıyaseddin Keyhusrev II’nin kızı olarak zikredilmekte ve Muineddin Pervane’nin de eşi olarak bildirilmektedir ki bu duruma göre iki tane Gürcü Hatun’dan bahsedilmesi söz konusu edilebilir.

 

18 Süleyman I (Kanuni) tarafından 1556 yılında gök mermerden yapılan mustatil sandukadan sonra babası Sultan-ül Ulema Bahaeddin Veled’in üzerine nakledilen bu ceviz sandukanın Konyalı Genak oğlu Hümamüddin Muhammed tarafından yapıldığına dair elimizde bir kayıt da mevcuttur.

19 Burada, kültür tarihimiz açısından önemli gördüğümüz birkaç hususa dikkat çekmek isteriz. Bunlardan ilki, Mevlana’nın babası Sultan-ül Ulema olarak da bilinen Bahaeddin Veled’in 12 Ocak 1231 (18 Rebiülahir 628, Cuma) yılında vefat etmiş olduğu kaydıdır.

20 Mevlana Türbesi üzerinde etüd yaptığı bilinen Mimar Şihabeddin Uzluk, Bahaeddin Veled’in üzerine de bir türbe yapıldığını bildirmekteyse de, Prof. Dr. Abdülbaki Gölpınarlı bu konunun Mevlana ait bir sözle telif edilmediğini ifade etmektedir.
21 Bahse değer bu hususiyetin, ciddiyetle araştırılması gereken bir detay olduğu kanaatindeyiz. Ayrıca Mevlana’nın, 11.11.1312’de vefat eden oğlu Sultan Veled’e “fiil”im diyerek nitelemesi ve öylece hitab etmesi önemlidir.

22 Gerçekten de Mevlana’nın düşünceleri, özgün tasavvuf anlayışı, Sultan Veled’in devrinde sistematik hale gelmeye başlamıştır. Ancak Mevlevilikteki, tevhid-i ef’al kavramı diğer tasavvuf okullarından bambaşka bir şekilde Sultan Veled ile mücessem hale gelmiştir.

23 Öte yandan Sultan Veled’in, babası Mevlana’nın sağ tarafına defnedildiği bilinmekteyse de
üzerine ayrıca bir sanduka yapılıp yapılmadığı meçhuldür. Mevlana’nın adeta, yukarıda da değindiğimiz “La faile illallah” mesajını veren sözlerinin, Sultan Veled’in vefatı sonrasında onu seven “salikler”i tarafından adeta “ikiyi birlemek” olarak telakki edilmiş olmasından dolayı, onun üzerine ayrıca bir sanduka yapılmamış olmasında amil olabilir, doğrusunu Tanrı bilir, biz bilmiyoruz.

24 Bununla beraber, Bayezid II döneminde yapıldığını bildiğimiz Kubbe-iHadra’nın altında babası Hz.Mevlana ile birlikte medfun olduğunu, Süleyman I (Kanuni), zamanında mermer bir sanduka yapılarak her ikisinin de üzerine ayrı ayrı ahşap sanduka konulduğunu bilmekteyiz.

25 Mermer sanduka yapıldıktan sonra Mevlana’nın üzerindeki yukarıda da bahsettiğimiz, Selçuk devri yapımı olan orijinal ahşap sandukanın Bahaeddin Veled’e ait mezarın üzerine taşınması nedeni ise cevap bekleyen suallerden birisi olup, diğeri sual de Sultan Veled’in üzerinde bir sanduka eğer var idiyse, onun da nerede olduğudur. Bu ayrıntı da diğer bir araştırma konusu olarak karşımıza çıkmaktadır. Bir çok yerde, XVI.YY’da, tek bir mermer lahd üzerine iki ayrı ahşap sanduka konulduğu ifade edilmesine rağmen, “üç adet ketebe” olması beklenir ki burada böyle bir durum söz konusu değildir.

26 Üç adet kitabeye başta yerleştirme sorunu olmak üzere estetik kaygılar ile yer verilmemesi bizce ihtimallerden biri olmakla birlikte, bunlara ait bir başka vesikanın olmaması ayrıca hayret verici bir durum olup, yine detaylı araştırmaya ihtiyaç vardır. Bayezid II zamanında yenilenerek 1792 yılında Selim III zamanındaki restorasyona kadar son şeklini aldığını bildiğimiz Kubbe-i Hadra’nın altında Mevlana ve Sultan Veled’e ait ayrı ayrı bir sanduka olup olmadığına dair bir vesika bulunmamakla birlikte Süleyman I (Kanuni) zamanında yapılan ancak kitabesiz olduğuna yukarıda dikkat çektiğimiz mermer mustatil kaideli sandukanın üzerinde bir puşide varmı idi? var idiyse ona yazılan hattın muhtevası ne idi? Bu konu hakkında da bir kayda rastlamak mümkün olmamaktadır. Ancak sadece türbe adı verilen onun içerisinde kapalı bir mekanda bulunan önemli kişilere ait sandukalarının puşide ile örtülü olmasının, Türklere mahsus çok eski bir gelenek olduğu rahatlıkla  söylenebilir.

18 A.g.e, dip not no 16, sayfa 132.
19Erdoğan Erol, Türk Etnografya Dergisi, sayfa 12, Ankara-1991.
20A.g.e, sayfa 43.
21A.g.e, sayfa 131.
22Mevlana’nın Sultan Veled’e ayrı bir teveccüh ve sevgi gösterdiği bilinmektedir. Bir gün medresesinin duvarına “Bahaeddinimiz iyi bahtlıdır; güzel doğdu, güzel ölür” cümlesini yazmıştı. Bir başka gün de “Bahaeddin, benim bu aleme gelmemde maksat senin zuhurundu. Çünkü bütün bu sözler benim kavlimdir, sen ise benim fiilimsin” demişti.(Bkz.Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlana’dan Sonra Mevlevilik, Sultan Veled Devri bahsi, sayfa 29-30, İnkılap ve Aka, İstanbul-1983.)
23Mevlevi Mukabelesinde Mutrib tarafından Ayin-i Şerif’in makamındaki İlk Peşrev icra edilirken Postnişin ve semazenlerin semahane etrafında üç devir tamamlayacak şekilde yaptıkları “circumambulation” “Devr-i Veledi” olarak adlandırılır ki bu Mevlevi Sema’ın derin anlamı bakımından dikkate değer bir ayrıntıdır.
24Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlevi Adab ve Erkanı, sayfa 154, İnkılap, İstanbul-2006; Kuran-ı Kerim’in XLVII/19 ayetinde geçen bir ifade mevcuttur. Bu ifade “fa’lem innehu la ilahe illallah” şeklindedir. İlgili ayet, Mevlevi “hilafet” erkanında fevkalade önemlidir. “Fa’lem/فاًعلم “Ragıb-el Isfahani’ye göre bir müessirden etkileyiciden bir tesirin “südur” etmesi kökeninden gelmektedir. Bununla birlikte,
Kuran-ı Kerim’de VII/155-173, XVI/33-35, XXI/49, LXXXIX/6, CV/1 surelerde ism-i mef’ul olarak da kullanılmaktadır. Şüphe içermeyen “bir kat’ilik ve öylece bilme hali” olarak değerlendirilir. (Detaylı bilgi için ayrıca bkz. Kur’an-ı Kerim Lugati-İlaveler ile Mucem-ül Mufehres)

25Naci Bakırcı, 1997 Yılı Konya İli Mevlana Müzesi Semahane Bölümü Kazı Çalışması-İlgili reprint Mevlana Müzesi Önceki Müdürü olan uzun yıllar hizmeti bulunduğuna bizzat şahit olduğumuz SayınDr.Erdoğan Erol’dan temin edilmiştir.
26Bu tip restorasyonlarda Osmanlı geleneğine göre, oluşturulan kitabe, mezarda yatan kişiye/kişilere ve merkadi yapan kişinin ismini ve yapıldığı tarihi içermek zorundadır. Bu durumda Kanuni Sultan Süleyman zamanında yapılan mermer sanduka üzerinde 3 adet kitabe olması icap eder ki Mevlana ve yanında yatan oğlu Sultan Veled’in tek bir mustatilin ihatası halindeki mermer sanduka kaidesi için bunun söz konusu olmadığı dikkat çekmektedir. Elbette konu tartışmaya açıktır.

The following two tabs change content below.
Prof.Dr.Mahmut Can YAĞMURDUR 03.08.1967 Tarsus Doğumludur. İlk ve orta öğrenimini Mersin’de yapmıştır. Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden 1991 yılında mezun oldu. Aynı üniversitenin Tıp Fakültesi Genel Cerrahi Anabilim Dalı’ndan 1996 yılında Genel Cerrahi uzmanlığını aldı. Özel sektör ve Sağlık bakanlığına bağlı eğitim araştırma hastanelerinde çalıştı. 2006 Yılında Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi Genel Cerrahi Anabilim Dalı’nda Genel Cerrahi doçenti oldu. 2011 yılında Cerrahi Onkoloji uzmanı oldu. 2015 yılında Kafkas Üniversitesi Tıp Fakültesinde profesör ünvanını aldı. Bu üniversitede genel cerrahi anabilim başkanlığı başkanlığı ve cerrahi tıp bilimleri bölüm başkanlığı yaptı. Halen Ankara’da serbest hekim olarak aktif cerrahi yaşantısına devam etmekte başta onkoplastik meme kanseri cerrahi tedavisi olmak üzere çalışmalarını sürdürmektedir. Uluslararası indekslerde taralı dergilerde basılmış 50 nin üzerinde yurtdışı yayın ve iki yüzün üzerinde yabancı ve  yerli yayın ve tebliğler ile kitap bölümü yazarlığı da mevcuttur. Bu yayınlar uluslararası dergilerde 1000’in üzerinde atıf almıştır. En çok referans gösterilen ilk 6000 akademisyen içerisinde yer almaktadır. Klasik Türk Musikisi ile ilgilenmekte klasik makamlarda beste çalışmalarını sürdürmektedir. Halen Mevlana Kültür  ve Sanat Vakfı yönetim kurulu üyesidir. “Healt World News” sitesinin düzenli yazarları arasındadır. Evli ve 1 kız çocuk babasıdır. İyi derecede İngilizce bilmektedir

Son Yazıları Prof.Dr. Mahmut Can Yağmurdur (tüm yazıları)

BU SAYFAYI PAYLAŞ

.