Puşide ve Türbe

2. Puşide ve Türbe

Puşide kelimesinin, Farsça kökenli olduğundan hareketle puşide geleneğinin, Mevlevi’lik öğretisi içerisindeki anlamı hakkında kısa bir açılamanın yararlı olabileceği kanaatindeyiz. Puşide/اًدہ پوش Farsça’da “örtülmüş” anlamına gelen bir kelimedir. Puş/پوش kelimesi ise tek başına “örtü/örtünecek şey” anlamları da yüklenmektedir. Arapça’daki “setr” kökünden gelen örtülmüş anlamındaki “mestur/مسڌور “kelimesi ile eş anlamlı olarak kullanılmıştır. Ancak Arapça’da zihinde, satır satır yazılmış anlamındaki “mestur/ مسطور “kelimesi ile aynı fonetik
çağrışımı yapan başka imlada da kullanılan bir kelime daha vardır. Farsçadaki puşide kelimesinin örtmek anlamındaki Arapça karşılığı olan “mestur/ مسڌور “kelimesi ism-i meful olarak Kura’na-ı Kerim’in XVII/45, XVIII/90 ve XLI/22 surelerin ilgili ayetlerinde kullanılmaktadır.

27 Bununla beraber satır satır yazarak saklanma ve muhafaza/hıfz edilmek anlamı verecek “mestur/مسطور “şeklindeki kullanımı ism-i meful olarak, LXVIII/1, LII/2, XVII/58, XXXIII/6, LIV/53 surelerin ilgili ayetlerinde kullanılmaktadır. Buradan açıkça görülmektedir ki, Türk Tasavvuf anlayışı en mütekamil hali ile “örtü ve yazı” kavramlarını bir araya getirerek gerek taş veya ahşap malzemeyle yapılmış olsun sandukalarda, gerek ise onların üzerindeki puşide denilen örtülerde bambaşka bir derinlik ve ince bir zevk ile zarif bir “öğreti” haline getirmiştir. Bu konudaki en mücessem tavrın da Mevlevilik geleneği içerisinde olgunlaşmış olduğunu söylemek yanlış olmasa gerektir.

Türbe/ڌربه yukarıda açıkladığımız gibi kabir olgusunu mezar haline getiren, ölen nüfuzlu kişilerin anıtsal bir mimari ile adeta vefayı simgeselleştiren yapıdır. Kelime, toprak anlamına gelen “türab” kelimesinden gelmektedir. Bu gelenek, yukarıda da değindiğimiz üzere eski Türk uygarlıklarından, İslam sonrası özellikle Karahanlı ve Gazne Türk Devletleri üzerinden Selçuklu Devleti’ne oradan da Anadolu’ya geçmiş ve milli hafızada ayrılmaz bir yer
edinmiştir. Yukarıda da değindiğimiz üzere, kurgan tarzı antik Türk uygarlıklarına ait mezar odasında ölünün gerçekte defnedildiği “cenazelik” adı da verilen “zir-i zemin” mekanı üzerine, ayrıca dışarıdan bir merdiven ile ulaşılan sanduka ve kitabe bulunan üzeri, kapalı mekanda puşide ile örtülü tarzdır. Bu şekilde, üzerine türbe yapılarak anıt-kurgan geleneğinin devam ettirildiği en yeni mimari, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Ulu Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e ait olan Ankara’daki Rasattepe’de bulunan Anıt-Kabir’dir. Konya Meram’da bulunan Hz.Mevlana döneminde yaşamış ve onun yolundan yürümüş ve hizmetinde bulunmuş olan Ateşbaz-ı Veli’ye ait türbe mimarisi ile Sevakıb-ül Menakıb’ta adı geçen Seyyid Mahmut Hayrani’nin Akşehir’deki türbesinin kubbesi diğer çarpıcı örneklerdendir.

27 – Kur’an-ı Kerim Meali, Haz.Abdülbaki Gölpınarlı, Elif Kitabevi, İstanbul-2005.

 

3. Sultan Selim III ve Puşide’nin yenilenmesi

Nevbet-i köhne-furuşan derguzeşt
Nevfuruşanim u in bazar-ı mast
Eskimiş şeyleri satanların nöbeti geçti
Şimdi bizim pazarımızda yeniler satılmadadır

28 – Hz.Mevlana’nın türbesindeki sandukası üzerinde örtülü puşide 1790 yılında 28. Osmanlı
Padişahı Sultan Selim III (Öl. 28 Temmuz 1808) tarafından yaptırılmıştır. Burada “yaptırılmıştır” tabirini kullanmamızın nedeni eski puşidenin varlığı hakkındaki bilgilerimizin kısıtlı olmasındandır. Şu ana kadar yapılan araştırmalardan elde edebileceğimiz önemli sonuç bugün semahane olarak bilinen nihai mekanın, yenilenerek tekrar yapıldığı tarihin Selim II (Sarı) dönemine tarihlendirilmesidir. Ancak puşide’nin ise Selim III zamanında yapılmış olması gerçeği ise ayrı bir keyfiyet olarak karşımıza çıkmaktadır. Süleyman I (Kanuni) zamanında ise puşide yapılıp yapılmadığı yapıldı ise üzerindeki kaydın ne olduğu konusu araştırılması gereken bir konudur. Burada iki konuya muhakkak dikkatle eğilmek icab etmektedir. Bunlardan birisi “tek bir mustatil mermer sandukanın” altında iki mezarın varlığı konusundaki yukarıda da değindiğimiz belki arif yakıştırması olarak da nitelenebilecek israrın altında yatan önemli bir neden olması gerekliliğidir. Diğeri ise bu gerekliliğin en önemli
işaretlerinden birisinin mekânsal ve mimari estetik kaygılardan daha derinlikli düşünülmesi gereken, Süleyman I’in kitabe koymaması keyfiyeti bir yana, yaptırılan puşide ile ilgili bir kanıtın mevcudiyeti ile ilgili belirsizliğin halen sürmesi konusudur. Zira gerek Selçuklu gerek Osmanlı Türk geleneğinde kitabe ve tarihlendirme konusunda son derece titizlik gösterildiği gayet iyi bilinmektedir. Ayrıca önemli kişilere ait puşidelerin değiştirilse bile eskilerinin kayıt altına alınması ve muhafaza edilmesi de bir geleneğinin vazgeçilmezidir. Bu konuyla ilgili olarak, Şehabettin Uzluk tarafından yapılan, Mevlana Müzesi önceki müdürlerinden Yusuf Akyurt’un semahane ile mescid-i şerif hakkında “kitabe olarak aldığı üç asırlık Arapça ibarenin mimari bir gövdede mevcut olan bir kitabe olmadığı” yönündeki ifadesi dikkate değer görülmektedir.

29 Gerçekten de, Şehabettin Uzluk, bahsi geçen bu Arapça ibarenin Kanuni döneminde H.973’de sandukaya örtülmek üzere hediye edilen bir puşidenin üzerinde, sırmadan yazılan bir şiirdeki “makam ve menazil” kavramlarının Selim III tarafından 1790 yılında yaptırılan puşidede de özellikle yer almasına işaretle, puşide ve bina ile doğrudan ilişkilendirilmemesi gerektiği üzerinde durmaktadır.

30 Yine Mevlana Müzesi önceki müdürlerinden Dr.Erdoğan Erol ise konuyla ilgili makalesinde her hangi bir tarihlendirme hatasından çekinilmesi nedeniyle Süleyman I (Kanuni) sandukaya kitabe konmadığını, Selim III’ün ise 1790 yılında yaptırdığı puşide üzerinde dedesi Süleyman I’in (Kanuni) H.973 tarihini özellikle koydurduğunu belirtmektedir.

31 Buradan, kitabesiz olduğunu bildiğimiz ancak Mevlana ve Sultan Veled’in üzerine yapılan, iki tane ahşap sandukayı da örten, iki adet tac- şerif konarak iki mezarın olduğun işaret edilmek istendiği “tek mustatil mermer sandukanın” yeni puşidesinin bizzat kendisi tarafından hediye edildiği ve kayıtlandırıldığı sonucu çıkmaktadır. Ancak bu konu Türkler’de binlerce yıllık anıt-kurgan defin geleneği göz önüne alınarak tekrar değerlendirilmek zorundadır. Bize göre muhtemeldir ki tek mustatil mermer sanduka, ayrıca zir-i zemin denilen cenazelik kısmının üzerinde bulunmaktadır. Bu konu bir çok yerde tartışma konusu olmak ile birlikte, kanaatimizce Göktürk Devleti hatta Pazırık Kurganlarında da varlığı bilinen eski Türk geleneğinin Selçuk-i Rumi’deki bir uzantısı olarak değerlendirilmelidir. Bununla beraber Kubbe-i Hadra’nın “stupa”  geleneği tarzındaki
mimarisinin de Uygur sanatından etkilenmiş “Horasani Selçuklu Anıt-kurgan” yapısı olarak telakki edilmesi mümkündür.

 

28 Sevakıb-ül Menakıb, aslı XIII.YY’da yazılan Menakıb-ül Arifin’in Hemedanlı Abdülvehhab bin Mehmed Dede tarafından Farsça olarak özetlendiği eserdir. (Ayrıca bkz. Mevlana’dan Sonra Mevlevilik, Prof.Dr.A.Gölpınarlı, Inkılap ve Aka, sayfa 296, 2.Baskı, İstanbul 1983 Akşehir’de medfun bulunduğu türbesinin kubbesi Hz.Mevlana’nın türbesinin kubbe mimarisine çok benzeyen Seyyid Mahmud Hayrani’nin, XIII.YY yapımı ahşap sandukası üzerinde Mevlana’nın; “Gerçekten haberdar olarak ölen aşıklar sevgilinin huzurunda şeker gibi eriyip giderler” mealindeki;

Aşıkaani ki bahaber mirend
Piş-i ma’şuk çün şeker mirend

gazeli bizzat kendisinin vasiyeti üzerine işlenmiştir)
29Şehabettin Uzluk, Mevlana Türbesi, Yeni Kitab Basımevi, Konya-1946.
30A.g.e, dipnot no 18.
31A.g.e

Sultan Selim III’ün, Türk tarihinde, Devlet-i Ali’nin yenilenme hareketleri açısından müstesna bir yere sahip olduğu dikkatten kaçırılmaması gereken bir konudur. “Rah-ı Mevlevi”ye mensub olduğu gayet iyi bilinen hükümdarın, aynı zamanda nazari ve pratik anlamda musiki ilmine vakıf olduğu bununla birlikte neyzenliği iyi bilinmektedir. Sultan Selim III, Mevlana ve Sultan Veled’in gök mermerden yapılan kitabesi olmayan tek mustatil kaideli ancak üzerindeki iki ahşap ilaveli sandukayı tek bir parça ile örtecek şekilde yaptırdığı puşideyi, tahta çıktığı 7 Nisan 1789 tarihinden yaklaşık bir yıl sonra 1790 yılında Mevlana Dergahı’na hediye etmiştir. Evet iki mezar tek mermer mustatil üzerinde ilaveli iki adet ahşap sanduka ve her ikisini örten tek bir puşidenin bulunduğu, dışarıdan özellikle Dahili Uşşak’a girilince Çelebi Hüsameddin Sandukası hizasından bakıldığında hemen göze çarpan iki adet heybetli Cüneydi Destar o tarihten beri adeta Mevlevi edebinin ve ona mahsus derin hem dem özgün öğretisinin ayrılmaz bir sembolü olarak bu sayede bugünlere kadar gelmiş bulunmaktadır. Bu durum, puşidenin tekrar değiştirildiği 1896 yılında, 34. Osmanlı Padişahı Abdülhamid II’nin de dikkatinden kaçmamış, padişah tarafından da birazdan tekrar değineceğimiz üzere özenle muhafaza edilerek, Ulu Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün banisi olduğu Türkiye Cumhuriyeti tarihi boyunca da değiştirilmeksizin adeta Mevlevi ve Türk kültürüne mal olarak onun ayrılmaz bir parçası haline getirilmiştir

Bugün Galata Mevlevihanesi olarak bildiğimiz diğer adıyla Kulekapısı Mevlevihane’si haziresindeki türbede medfun bulunan Şeyh Galib Esat Dede, Selim III tarafından Mevlana ve Sultan Veled’in her ikisini de örten tek parça 107×160 cm boyutlarındaki puşidenin hediye edilmesi nedeniyle bir terci-i bend yazmıştır. Hiç şüphesiz, bu terci-i bend muhteviyatı göz önüne alındığında hem Türk Kültürü hem de Mevlevi töresi itibariyle son derece anlamlı ve çok özel bir yere sahiptir. Bu terci-i bend’in şerh edilmesi konusu ise tasavvufi derinlik bakımından apayrı bir yazının konusu olup biz burada sadece, Şeyh Galip Divanı’ndan alınan ve Terci-i Bend’e eklenen H.1205-M.1790 olarak tarihlendirilen nakarat beytinin anlamını kısaca vermekle yetineceğiz.

 Stupa Budist Mabedlerindeki kule tarzı mimari geleneğidir. Belh Şehri eski Barukan şehrinin yerine kurulmuştur. Bu şehrin diğer adı Baktria olarak da geçmektedir. Konuyla ilgili olarak bu bölge Maveraünnehr bölgesinin Tibet’in dağlık bölgelerine açılan bir kapısı gibi olup burada en eski Buda Mabetleri’nden biri olduğu bilinmektedir.

Barthold dahil bir çok araştırıcı Baktria’nın Keyhusrev’in M.Ö VII.YY’da bu bölgede İskitler ile savaştığından bahsetmemekle birlikte, bölgenin Orta Asya Türk
Kültürü ile ilişkisi üzerinde durmayıp, kanaatimizce Arap kültürü ile özdeş tuttuğu Müslüman Kültürü üzerinde yazdığı muhtasar eserinde konuya çok kısa değinir.

 

Müceddid olduğı Sultan Selim’in din-ü dünyaya
Nümayandır bu nev-puşidesinden kabr-i Munlaya

Sultan Selim III, ayrıca daha sonra Kulekapısı (Galata) Mevlevihane’sini tamirine de ferman vermiştir. Şeyh Galip Esat Dede ise bu Kulekapısı Mevlevihanesi’ne 1791 tarihinde postnişin olmuştur.

32 Bu tarih Selim III’ün Mevlana ve Sultan Veled sandukaları üzerindeki puşide’yi yenilediği tarihten sonradır. Ancak Galip Dede ile Sultan Selim III arasındaki muhabbet ve dostluk bu tarihten önceye dayanmaktadır. Bununla beraber Kubbe-i Hadra ve Kulekapısı Mevlevihanesi’nin ise aynı yıl onarıldığı bilinmektedir.
Konumuzla ilgili olarak Selim III’ün şahsiyeti ile ilgili bazı konulara kısaca değinmek zorunluluğu ortaya çıkmaktadır. Bilindiği üzere, Mustafa III’ün oğlu olan Selim III şehzadelik yıllarında yaşadığı kafes hayatına rağmen, amcası Abdülhamid I’in müsamahasının da etkisi ile batı dünyasındaki siyasal ve bilimsel gelişmeleri yakından takip etmekle kalmamış, Fransa Kralı Louis XVI ile de yazışmalarda bulunarak dünya siyasetine dair görüş alış verişinde bulunmuştur. Devlet-i Ali’nin gerilemesi nedenleri üzerinde dikkatle durmuş, askeri ve bilimsel anlamda bir çok yeniliğin zorunluluğunu kavramıştır. Özellikle, tahta geçişinin üçüncü yılında gerçekleşen 1791 ve 1792 yılındaki Osmanlı-Rus ve Avusturya-Macaristan Habsburg savaşı’nın kaybedilmesi sonucu Ziştovi ve Jassi (Yaş) anlaşmasının imzalanması ile Avusturya Macaristan ile kıta Avrupasında ve Rusya karşısında da zaten Küçük Kaynarca Antlaşmasının imza edildiği 1774 yılından beri özellikle Karadeniz ve İstanbul Boğazı’nın
egemenliği konusunda iyice dezavantajlı duruma düşen Osmanlı İmparatorluğu’nun bu durumu karşısında Selim III’ün duyduğu endişe ve teessür hakkında yeterli fikir sahibi olmak için, onun fermanlarını içeren hatt-ı hümayunlarını incelemek önemlidir.

33 Özellikle 1792 sonrasında Rusya ve Avusturya-Macaristan karşısında uğranılan askeri başarısızlık Nizam-ı Cedit adlı bir yeni ordunun teşekkülünü zorunlu hale getirmiştir. O tarihe kadar, Hace Bektaş Veli’yi kendisine pir kabul Yeniçeri Ocağı’nın disiplinsizlikleri bu savaşta önemli ölçüde etken olmuştur. Bu orduya alternatif olarak kurulacak olan Nizam-ı Cedit gerçekten de önemli ve çağdaş bir askeri yapılanma olarak tasarlanmakta idi. Şeyh Galib’in de bu ordunun kurulması konusunda Selim III’ü desteklediği ancak Konya’da Mevlevi çelebisi makamındaki Hacı Mehmed Emin Çelebi’nin konuya şiddetle muhalefet ettiği Şeyh Galib ve Selim III ile
çok farklı düşündüğü de bilinmektedir. Bu konuyla ilgili olarak Kulekapısı (Galata) Mevlevihanesi Şeyhi Galib Dede bir kasidesinde;

Ebyatım oldu saf keş-i divan-ı marifet
Nev asker-i müretteb-i şah-ı cihan gibi
Ol padşeh ki verdi mühimmatı devlete
Hüsn-ü nizam Mehd-i sahib zaman gibi

İfadelerini kullanmaktadır. Bu beyitlerden anlaşılacağı üzere Nizam-ı Cedid’i övmekte ve Selim III’ü adeta Mehdi’ye benzetmekte olduğu anlaşılmaktadır.

34,35 Bilindiği üzere Mehdi  inancı Şii eskatolojisine ait bir motif olarak kabul edilse de, bu inanç ögesinin tasavvuf’ta yer aldığı hatta bu konunun İslam tarihi bakımından kökenlerinin IX.YY’a kadar dayandığı iyi bilinmektedir.

36 Öte yandan, Şeyh Galib’in Sütlüce’de medfun Yusuf Sineçak’ın mezarına yakın bir yerde ikamet ettiği, onun ünlü eseri olan Cezire-i Mesnevi üzerinde durduğu ve hatta ondan bir “tercii”nde bahsettiği, bir başka Rubaisinde de onu övdüğü, Abdülbaki Gölpınarlı tarafından şüpheye mahal bırakmayacak şekilde tesbit edilmiştir.

37 Açıkça söylemek gerekirse, Ehl-i Beyt muhabbetinin derin olduğu bir tasavvuf yolunun konformist olamayacağı ortadadır. Sultan Selim III gibi Nizam-ı Kadim olarak kabul edilen ve ordu başta olmak her türlü kurumu Avrupa karşısında gerileyen bir devletten Nizam-ı Cedit adı verilen yeni ve çağdaş bir sistem yaratmaya kararlı bir devlet adamının yanında eskiden nemalanan her türlü çıkar grubuna rağmen, yer alabilmek cesareti sayesinde Mevlevi düşüncesi Şeyh Galib’in bizzat tasavvuf ve edebiyat alanındaki müceddid karakterinde Galata Mevlevihanesi
ile adeta simgesel hale gelmiş gibidir. Bu durum devrin hem iç hem dış siyaset dengeleri dikkate alındığında son derece anlamlıdır. Bir yandan Hicaz bölgesindeki Arap ashabiyyesine dayan bir İslam püritenizmi de diyebileceğimiz Vehhabilik, bir yandan Devlet-i Aliyye’nin Avrupa ve Karadeniz coğrafyasında içine düştüğü zor durum, bir çok alanda gerçekten devrim niteliğinde köklü değişimleri zorunlu kılmaktaydı. Yabancı yazarlar tarafından bile bu devir bir “müceddid” devri olarak tanımlanmakta idi ki bu devrin maarif ve vatan (“patriei” kavramı Selim III döneminde Mehmet Raif tarafından kullanılmıştır) kavramlarının tarihimize modern anlamda kazandırıldığı bir dönem olması bakımından da ayrı bir önem taşır. Bir yandan da kendi portresini yaptırdıktan sonra gravürleterek onu Avrupa’da dağıtmak suretiyle, bunu bir uluslararası siyasal propaganda unsuru olarak kullanabilmek, Avrupadaki önemli merkezlere elçi atamak, modern anlamda eğitim verecek mühendishane ve Rönesans temelinde bilimsel tıp anlayışına sahip tıp okulu kurulması son derece ciddi atılımlardır. “Maarif” kavramı bu nedenle eski eğitim kurumlarının modern anlamda vasfının ne olması gerektiğini vurgulaması bakımından önemlidir. Bunun yanında, Selim III’ün makam terkib edecek şekilde musiki bilgisi olduğu, batı musikisine de vakıf bulunduğu bilinmektedir.

38 Bilindiği üzere, Sultan Selim III tarafından 1790 yılında hediye edilen puşide daha sonra Sultan Abdülhamid II tarafından 1895 (H.1312) yılında değiştirilmiştir. Sultan Abdülhamid II tarafından bu puşide o devrin ünlü hattatlarından Hasan Sırrı Efendi’ye yaptırılmıştır. Bu puşide yine gök mermerden tek mustatil sandukanın üzerine ilave olunmuş iki ahşap sandukayı tek parça örtecek şekilde 397×630 cm boyutlarında olup deri üzerine atlas kaplamadır ve üzerindeki hatlar sim-sırma tekniği ile işlenmiştir. Ayrıca bu puşidenin kanaatimizce en dikkat çeken tarafı sandukanın ayak ucuna gelen tarafında güney yönünde, kenardan ortaya Haşir-Mah ve kuzey yönünde kenardan ortaya Ahyed-Vahid yazılarının tam ortasında Sultan Abdülhamid II’ye ait puşide kitabesinin üzerinde yer alacak şekilde, Şeyh Galib Dede Efendi’nin önceki puşideye ilişkin yukarıda bahsettiğimiz tercii bendinde “Müceddid ve Mehdi” olarak bahsedilen Sultan Selim III’e ait tuğranın varlığıdır. Bu puşide ne Sultan Abdülhamid II’nin ne de, 1926 yılında özel bir kanun ile Konya Asar-ı Atika Müzesi adıyla kapısının gönlü insanlık ve tevhid neş’esi dolu edeb ehline her zaman açık tutulmasını borçlu olduğumuz Gazi Mustafa Kemal Atatürk tarafından dahi asla değiştirilmeye teşebbüs edilmemiştir.

32Şeyh Galib, Hüsn-ü Aşk, Haz. Abdülbaki Gölpınarlı, Altın Kitaplar Yayınevi, sayfa 7-46, İstanbul1968; Esrar Dede, Şeyh Galip Dede’nin 1787 yılında Yenikapı Mevlevihanesi’nde Ali Nutki Dede zamanında Mevlevi Çilesini tamamlayarak Hücrenişin olmuştur. Galip Dede’nin Es’at mahlası ise ona, devrinde Farsça okutan bir çok kişiye de çeşitli mahlaslar veren Mevlevi Neş’et Süleyman Efendi tarafından verilmiştir. Ancak Esat mahlasını 1785’ten sonra terk etmiştir.

33 Selim III’ün Hatt-ı Hümayunları, Haz.Ord.Prof.Dr.Enver Ziya Karal, TTK Yayınları, Ankara-1999.

34 Şeyh Galib rind meşreb ve ehl-i beyt sevgisi derin olan bir mutasavvıftır. Bu konu ile ilgili olarak bilinen iki kasidesi gerçekten üzerinde durulmaya değerdir;

Sanman bizi kim beste-dil-i nefs-i kaviyüz
Hak-i kadem-i Ali Aba Mustafafiyüz

Ne harf-i emiran bilirüz ne bedeviyüz
Razi-şude-i hükm-i kaza Murtazaviyüz

İkrarımıza ser virirüz ahde kaviyüz
Biz Şah-ı Vilayet kulıyuz hem Aleviyüz

Hatta divanında yer alan bir başka beytinde;

Behr-i Muhammedest çü icad-ı kainat
Hun-i Huseyn mucib-i idam-ı alemest

Şeklindeki ifadeler üzerinde dikkatle düşünülmesi icab eder kanaatindeyiz.(Detaylı okuma için ayrıca bkz. Şeyh Galib, Hüsn-ü Aşk, Haz.Abdülbaki Gölpınarlı, Altın Kitaplar Yayınevi, İstanbul-1968) Bu açıdan bakıldığında, o devirde Yeniçeri Ocağı’nın artık dejenere olduğu muharip bir güç olmaktan ziyade menfaat grupları ile birlikte hareket ederek yarattığı disiplinsizliğinin, devleti zaafiyete uğratması nedeniyle güçten düşmesi, bu nedenle kurulması zorunlu olan Nizam-ı Cedit’e karşı,
softaların ve eski düzenden nemalanan kimi menfaat gruplarının (kimi çevreler tarafından Nizam-ı Yezid ve Leşker-i Pelid gibi adlandırmalar) aleyhtarlık yapması gerçekten hayret vericidir. Devrin olayları ve Hatt-ı Hümayunların incelenmesinden anlaşılmaktadır ki kimi menfaat gruplarının ki buna Konya Mevlevi Çelebisi Mehmed Emin Çelebi de dahildir, yeni kurulan bu orduya şiddetli aleyhtarlık göstermesi sadece ikbal kaygısından ibaret görünmektedir.

35  A.g.e, dipnot no 30, sayfa 27-47; Gerçekten de Selim III dönemi Osmanlı İmparatorluğu için bir dönüm noktasıdır. Özellikle Nizam-ı Cedit ordusu artık yozlaşarak disiplinsiz hale gelmiş olan Yeniçeri Ocağı’nın yerine kurulması adeta zorunlu hale gelmiş olduğu bir yana tabir caiz ise Devlet-i Aliyye’nin bir beka sorunu haline de gelmiş bulunmaktaydı. Nizam-ı Cedit aleyhtarı olan ve hem Şeyh Galib’e ve hem de Sultan Selim III’e şiddetle muhalefet eden Konya Çelebisi Hacı Mehmet Emin
Çelebi’nin bu tavrının altında, Konya ve havalisinde bağımsız hareket etme arzusu, çelebilik nüfuzuna dayanarak, Sille ve Tat köylerinden elde etmek arzusunda olduğu devlete ait vakfiyelere ait akçenin, Bab-ı Ali’yi temsilen Sultan Selim III tarafından kendisine verilmesinin uygun görülmemesi gerçeği yatmaktadır

(Detaylı bilgi için bkz. Prof.Dr.Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlanadan Sonra Mevlevilik,
İnkılap ve Aka, sayfa 170-175, İstanbul-1983).

36 Şia İnancına göre sekizinci imam olarak kabul edilen İmam Ali Rıza Şah-ı Horasani olarak da isimlendirilmiştir. Hem sünni hem Şii tasavvuf ekolleri tarafından ortak figür olarak kabul edilir. Öte yandan ilk Şia risalelerin IX.YY ortalarında yazıldığı bilinmekte hatta Abbasi halifesi ve annesi bir Türk olan El Memun’un hilafet makamını İmam Ali Rıza’ya teklif ettiği de rivayetler arasındadır. Ancak bir taraftan da Ehl-i Beyt imamları tarafından sufilere mesafeli yaklaşıldığı da muhtelif
kaynaklarda geçmektedir.(Detaylı bilgi için ayrıca bkz.Prof.Dr.Abdülbaki Gölpınarlı, Tarih Boyunca İslam Mezhepleri ve Şiilik, Der Yayınları, İstanbul-1997)

37  A.g.e, dipnot no 29, sayfa 18.

38  Bugün, Türk Musikisinin en ihtişamlı eserlerinin başında gelen Suz-i Dilara Mevlevi Ayin-i Şerif’inin bestekarı olan Sultan Selim III’ün terkib ettiği klasik Türk musikisi makamları hakkında en detaylı bilgilerden önemli bir kısmı, Yenikapı Mevlevihanesi postnişini Abdülbaki Nasır Dede’ye ait Tetkik-ü Tahkik’tir. Neyzen Abdülbaki Nasır Dede (Hamamizade İsmail Dede’nin çağdaşı olup ney meşki yaptıklarından bahsedilir), Şeyh Galib’in 1787 yılında Ali Nutki Dede zamanında Mevlevi çilesi çıkararak Hücrenişin olduğu Yenikapı Dergahı’na ondan sonra postnişinlik yapmış olup ona ait Acembuselik Mevlevi Ayin-i Şerif’i abidevi bir Klasik Musiki şaheseridir.

39 Açıkça söylemek gerekirse, asırlardır süren bu puşide geleneğinin, mevcut şekliyle korunmak zorunda olunduğu ortadadır. Türk kültürü ve Mevlevi öğretisi bakımından önemi tartışılmaz olan Hz.Mevlana ve Sultan Veled’e ait “yekpare” puşide geleneğinin bozularak yeni ve hangi gerekçe ile yapıldığı müphem olan ve hiçbir şekilde ikna edici olması mümkün olmayan bu mezar mekanının, “aslına rücu ettirildiği” retoriği sadece bir kuru iddiadan ibaret kalıp bu uygulama süratle tashih gerektirmektedir. Unutmamak gerekir ki bir kadim öğretiyi oluşturan tek bir tuğla bile yerinden rastgele oynatılamaz, aksi takdirde sadece otantik yapı ve öğretinin ruhu değil derin kültürel zenginlik de tahrib edilmiş olur. Türk Milletine ve kültürüne mal olmuş bu kutlu mekanda daha evvel de benzer hatalar yapılmamış değildir. Örneğin, Mevlana türbesinde önceden yapılan anlamı belirsiz, bir o kadar da tahribkar olduğunu düşündüğümüz oldu-bittiye getirilen düzenleme adı altında uygulamaya konulan, yüzyıllardır ziyaretçi girişinin yapıldığı “Dervişan Kapısı”nın kapatılarak “Küstahan” kapısına ziyaretçilerin
yönlendirilmek suretiyle içeri alınması, akla hayale sığmaz bir gaflet, dalalet ve cehalet örneklerinden birisidir. Görülüyor ki kültürel açıdan da muasssır medeniyetler düzeyine doğru alınacak çok mesafe olması bir yana, bir yandan etnik ve dinsel püritenizm, öte yandan eğitimsizlik hatta eğitime dirençlilik Türk Kültürü’nü tahrip etmeye devam etmektedir.

39 –Gazi Mustafa Kemal Atatürk 22.03.1923 yılında Konya ziyareti sırasında Mevlana Türbesi’ni ziyaret eder. Bugün de hala mevcut bulunan Niyaz Penceresi’nin üzerindeki Hz.Mevlana’ya ait şu dizeler dikkatini çekerek onları tercüme ettirir;

Derha heme beste end illa der-i tu
Ta reh nebered garibi illa ber-i tu

Ey der keremu izzet-i nurefşani
Hurşidi mah-u sitarekan çakeritü

Yani;

Ey keremde, yücelikte ve nur saçıcılıkta, güneşin, ayın, yıldızların kul olduğu sen
Garib aşıklar senin kapından başka bir kapıya yol bulamasınlar diye
Öteki bu bütün kapılar kapanmış, yalnız senin kapın açık kalmıştır

(Mevlana’ya ait bu çok lirik ve derin anlam içeren dizeler, yüzyıllar boyunca neşe-i tevhid sahibi aşıklar tarafından Beste-i Kadim Uşşak Mevlevi Ayin-i Şerif’inin 3.Selamı’nda defalarca terennüm edilmiştir) .

Anlamındaki dizelerini görünce türbe ve müştemilatının Asar-i Atika Müzesi haline getirilmesini istediği gayet iyi bilinmektedir. Bu tarihten üç yıl sonra da müze haline getirilen yapı kompleksi statüsünü bugün de devam ettirmektedir.

 

The following two tabs change content below.
Prof.Dr.Mahmut Can YAĞMURDUR 03.08.1967 Tarsus Doğumludur. İlk ve orta öğrenimini Mersin’de yapmıştır. Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden 1991 yılında mezun oldu. Aynı üniversitenin Tıp Fakültesi Genel Cerrahi Anabilim Dalı’ndan 1996 yılında Genel Cerrahi uzmanlığını aldı. Özel sektör ve Sağlık bakanlığına bağlı eğitim araştırma hastanelerinde çalıştı. 2006 Yılında Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi Genel Cerrahi Anabilim Dalı’nda Genel Cerrahi doçenti oldu. 2011 yılında Cerrahi Onkoloji uzmanı oldu. 2015 yılında Kafkas Üniversitesi Tıp Fakültesinde profesör ünvanını aldı. Bu üniversitede genel cerrahi anabilim başkanlığı başkanlığı ve cerrahi tıp bilimleri bölüm başkanlığı yaptı. Halen Ankara’da serbest hekim olarak aktif cerrahi yaşantısına devam etmekte başta onkoplastik meme kanseri cerrahi tedavisi olmak üzere çalışmalarını sürdürmektedir. Uluslararası indekslerde taralı dergilerde basılmış 50 nin üzerinde yurtdışı yayın ve iki yüzün üzerinde yabancı ve  yerli yayın ve tebliğler ile kitap bölümü yazarlığı da mevcuttur. Bu yayınlar uluslararası dergilerde 1000’in üzerinde atıf almıştır. En çok referans gösterilen ilk 6000 akademisyen içerisinde yer almaktadır. Klasik Türk Musikisi ile ilgilenmekte klasik makamlarda beste çalışmalarını sürdürmektedir. Halen Mevlana Kültür  ve Sanat Vakfı yönetim kurulu üyesidir. “Healt World News” sitesinin düzenli yazarları arasındadır. Evli ve 1 kız çocuk babasıdır. İyi derecede İngilizce bilmektedir

Son Yazıları Prof.Dr. Mahmut Can Yağmurdur (tüm yazıları)

BU SAYFAYI PAYLAŞ

.