TIP EĞİTİMİ VE HÜMANİZM Prof.Dr.Mahmut Can YAĞMURDUR

TIP EĞİTİMİ VE HÜMANİZM

Prof.Dr.Mahmut Can YAĞMURDUR

Dünya üzerindeki en eski meslek olan tıp, günümüze değin bir çok aşamadan geçmiştir.  Kökeni binlerce yıl öncesine dayanan bu mesleğin elbette bir çok eğitim felsefesine ve bilimsel yaklaşıma konu olması da doğaldır. Bir meslek olarak ele alındığında temel öznesi insan olan tababet, değişen dünyanın ekonomik ve bilimsel yönlendirmelerinin ciddi olarak etkisinde kalmaktadır. Bunun sonucunda ise bambaşka bir tıp anlayışı ve bambaşka bir tıp mensubu karakteri  ortaya çıkmakta, bunun toplumsal kültür ile etkileşimi de o ölçüde değişken olabilmekte ve üzülerek ifade etmeliyim ki yıkıcı da olabilmektedir. Bu yazımızda konuyu eğitim felsefesi kapsamında, bilimsel tıp bağlamında irdelemeye çalışacağız.

Tıp ile ilgili olarak dikkat edilmesi gereken en önemli konu onun bir meslek olduğu kadar bilimsel yönüdür. Sorunu daha iyi kavrayabilmek için buna kısaca değinmek yerinde olur. Tababet uygulamaları, kendi tarihi boyunca farklı kültürlerde değişkenlik göstermekle birlikte, büyüsel ve dinsel tıp, nedenselliğe dayalı felsefi tıp ve en nihayet bilimsel tıp olmak üzere üç önemli aşamadan geçmiştir. Kanaatimce, XVI.YY’dan başlayarak XX.YY ikinci yarısına  kadar da daha çok bilimsel tıp uygulamalarının baskın etkisi altında kalmıştır. Ancak XXI.YY ise “ticari tıp” dönemi olarak değerlendirilebilir.

Öznesi insan olan tababetin çarpıcı şekilde bu noktaya gelmiş  olması üzücü olmakla beraber yadsınamayacak bir hakikat olarak karşımıza çıkmaktadır. Mensubu olmakla her zaman onur duyduğum bu meslek ve aynı zamanda da bu bilim dalında, günümüzde karşılaştığımız sorunlara dair bir öz eleştiri ve analiz zorunlu hale gelmektedir. Bu analizi yaparken siyasal ve ekonomik kaygıları bir yana koyarak, tababetin felsefi yönünü ve san’at ile olan ilişkisini daha çok ön plana almak zorunluluğu ortaya çıkmaktadır.

Önce, doğa merkezli felsefe okulları ve sonraları da insan merkezli felsefe okullarının gelişmesi ile tababet, eski büyüsel ve dinsel düşünce etkisinden farklı bir yola evrilmeye başlamıştır. Bu değişimi,  “nedenselliği rasyonel akılla arama gayretinin başlangıcı” olarak değerlendirmek mümkündür ki doğa ve insan merkezli felsefe okullarının buradaki etkisini yadsıyamayız. Nedenselliğe dair değişen bu düşünce geleneği nedeniyle, bir çok tarihçi tarafından Hippocrates (Öl.MÖ 370) modern tıbbın kurucusu olarak nitelenmiştir. Nedenselliğe dayalı bu felsefi düşünce etkisinin temelinde yatan ana unsurun mantık olduğu akılda tutulmalıdır.

Uzun ortaçağ yüzyılları boyunca, özellikle IX.YY’a kadar tababet üzerinde, özellikle IV.YY’dan itibaren bu etkinin azaldığını görmekteyiz. Buna doğu kaynaklarında Calinos diye de geçen Galen (Öl.MS 200) sonrası dönem de diyebiliriz. Çünkü bu yüzyıllar, sadece iki önemli monoteistik dinsel kültürün mücadelesinin değil, özellikle de Batı Avrupa’da ciddi barbar istilaları karşısında oluşan kültürel anaforun da hakim olduğu bir devre olmuştur. Açıkça ifade etmek gerekirse, bu mücadeleler, siyasal ve askeri temelli olduğundan, diyalektik olgusu dinsel doktrinlerin üstünlüğünü isbat bağlamında kullanılmış sonuç olarak da skolastisizm, dinsel dogmaların kateşizmi ile gelişen klişeler halinde özgür düşünceye ket vurmuştur.

Doğuda ve batıda geniş nüfus hareketlerinin yarattığı kültürel etkileşim ve çoklukla İslam Arap devletinin yayılmacılığı ile somut hale gelmiş, doğu ve batı dünyasıyla gerçekleşen ganimet esaslı din ideolojisi temelli siyasal mücadeleler tarihe damgasını vurmuştur.

Bir yandan da Süryani ve Yahudilerin rol oynadığı  VIII.YY ve IX,YY’lardaki tercüme hareketlerinin katkısıyla, özellikle İslamiyet’in ortaya çıkışından iki asır  sonrasında, IV.YY öncesi antik felsefi akımlarına ilginin arttığı bilinmektedir. Bu yüzden, Hindistan* alt kıtasından Avrupa ve Kuzey Afrika’ya değin geniş bir  coğrafyada, bir çok farklı felsefi ekol geliştirilirken, tababet alanı da bundan payını almıştır.  Bu durum, tababet uygulamaları adına olumlu sonuçlar da doğurmamış değildir. Bu devirlerin başında özellikle VI.YY’da Cundişabur’da açılan tıp okulunun daha sonraki yüzyıllardaki katkıları, bu etkileşimin en tipik örneğidir.[1]  XI.YY’a gelindiğinde Meşai düşüncesinin en bilinen temsilcilerinden ve daha sonra da İşrakiyyun okulu kurucusu Maktul Şehabettin Suhreverdi’nin izinden gittiği, batılıların Avicenna diye isimlendirdikleri Özbekistan doğumlu bir Türk olan İbn-i Sina tababet mesleğinde adeta bir yıldız gibi parlamıştır. Avrupa kıtasındaki ilk tıp okulu olan Salerno okulunun kuruluşu da yaklaşık yine bu devirlere denk gelmektedir. Bu devirlerde dikkat edilirse, henüz günümüzdeki üniversite kurumu kapsamındaki bağımsız bir tıp eğitiminden bahsetmek mümkün değildir.

Gerçekten de üniversite kurumunun Batı Avrupa’da ancak XIII.YY’da oluşmaya başladığı göz önüne alınacak olursa, bu asırda bile tıp  eğitimi doğa bilimlerinin bir parçası olarak değerlendirilmiş, hatta sadece hastalıkların tedavisi odaklı olarak ilgi görmüş, antik felsefe okullarının ve dinsel-büyüsel düşüncenin etkisinin devam ettiği kimi uygulamalar ve yaklaşımların egemenliğinde kalmaya devam etmiştir.

Söz konusu kısa tarihsel gelişim sürecinin sonunda, özellikle XVI.YY’dan itibaren Rönesans devrinde gerçekleşen, adeta devrim niteliğindeki değişimlerle bambaşka bir yola girmek suretiyle “bilimsel tıp” olgusu yaratılmıştır. Böylece tıp eğitimi de, Vessalius, Leuwenhook ve Da Vinci gibi araştırıcıların bulgularıyla  yeni temeller üzerinde inşa edilmek suretiyle gelişmeye başlamıştır. Bu konuya iki açıdan bakmak gerekmektedir. Bunların ilki felsefe olgusunun eğitimdeki konumu, diğeri ise hümanizmin eğitimdeki rolüdür.

Bilindiği üzere, felsefe olgusu, antik çağlardan beri eğitimin temel taşı olma özelliğindedir. Ancak, unutmamak gerekir ki felsefe teolojik ve bilimsel alana müdahalesi bakımından kilit konumdadır. Zira antik dönemlerden beri, onun bilimlerin sınıflandırmasındaki yeri hep tartışma konusu olmuştur.

Kimi düşünürler felsefeyi bilimlerin temeli kimisi ise “san’at/art” olarak nitelemiştir.

Burada bir takım derin epistemiyolojik tartışmaları bir yana bırakarak, onun bir “san’at/arete” olarak tüm bilimlerin temelinde olması gerektiği kanaatimi vurgulamak isterim. Bu nedenle, hümanist felsefenin bilimsel tıbbın ve tıp eğitimin temelindeki yerinin asla akıldan çıkarılmaması gerektiği görüşündeyim. Çünkü tıp, doğa bilimlerinin, insana özgü olan inceleme ve araştırma fonksiyonunu yerine getirirken, metodolojik olarak hipotetik olsun olmasın, rasyonel deneysel akılcılık ilkesinden taviz veremez. Bununla beraber, hem eğiticiler hem de hekimler tarafından hümanizm olgusu iyi anlaşılmak zorundadır. “Bilen insan” tıp eğitiminde hekim adayının temel hedefi olmak durumundadır. Oysa eğitim felsefesinin temeline “inanan insan” koymaya kalkılırsa, bilim alanından doğrudan doğruya çıkılmış olur ki bunun sonucunda da kimi medrese karakterli adına tıp fakültesi denilen helal-haram ikilemi ile hasta tedavisine yeltenen bir anlayışın egemen olmasının yolu açılır.

Tıp eğitiminin temelinde “bilen insan” olma hedefi çoğunlukla mezuniyet sonrası eğitimde “bilen +deneyimli insan” haline evrilmek zorundadır.

Pratik uygulama alanında da yıllar içerisinde edinilen “bilen+deneyimli+ahlaklı” insan özellikleriyle ise “hekim vasfı” kazanılacaktır. Bir başka deyişle tıp fakültesinden “doktor” olarak mezun olunmakta ancak yıllar içerisinde “hekim” olunabilmektedir. İşte burada “felsefe”nin tıp eğitimindeki san’atsal önemi iyice ortaya çıkmaktadır. Elbette, felsefe bir bilim dalı olarak üniversitelerin fen-edebiyat fakültelerine bağlı bir bölümün kapsamındadır. Ancak bir san’at olarak tüm doğa bilimlerinin, hukuk ve teolojinin temelinde yer almak durumundadır. Bu ise ahlaki ve zihinsel erdemlerin kazandırıldığı, laik ve çağdaş ilköğretim yıllarından itibaren kişiye bir yaşam biçimi olarak benimsetilmediği sürece “inanan insan” eksenli teolojinin felsefeyi aşağıladığı bir toplum yaratılır. Geçmişte, Protestan çizgideki okullar ve V.YY’dan kalma Katolik doktrinini hala XV.YY’da telkin eden Jesuit okulları ile Doğu dünyasındaki  ortaçağlardan kalma medreseler düzeyinde kalınmak kaçınılmaz olacaktır. Bütün bunların sonunda bilgi üretmek de mümkün olmayacaktır.

XX.YY’ın ikinci yarısına kadar, ilkelerini önemli ölçüde borçlu olduğumuz XVII.YY’ın ünlü düşünürü Deciderius Erasmus Von Rotterdam ile başlatılan “hümanist eğitim sistemi” ile gelişen bilimsel tıp, üzülerek söylemek gerekirse artık “ticari tıp” dönemine adım atmıştır.

Eğitim felsefesinin “inanan” insan ekseninde kurgulandığı ülkemizde ise halen toplumsal kültür ve dejenere hekimlik uygulamaları (tamamlayıcı tıp), popülist anlayışın, ticari ve siyasal çıkarların etkisindedir.

Bunun sonucunda ise hekimliğin saygınlığını iyice yitirmesi kaçınılmaz olmaktadır. Bir çok yerde hastalar ve hekimler arasında yaşanan şiddet, temel eğitim ve sadece meslek edindirmeye yönelik kurumlardaki eğitim felsefesi yokluğundan kaynaklanan psikososyal ve siyasal nedenlere dayanmaktadır.

Saygılarımla

Prof.Dr.Mahmut Can YAĞMURDUR

* Hind isminin, bir ırk veya kavim isminden çok İndus ırmağından adını aldığı bilinmektedir. Zira Hind alt kıt’ası olarak tanımlanan bu bölgenin halkları modern tarihçiler tarafından üç bölüme ayrılmaktadır.

[1]Cundişabur 286 da Roma İmparatoru Valerianus ile savaşarak onu yenen Sasani Kralı Şahpur tarafından kurulmuş Şahpur’un Kalesi anlamında olan bugünkü İran’ın Huzistan bölgesinde Basra körfezine yakın stratejik bir şehirdir. Konumuz açısından dikkat çekici olan, burada Tıp eğitimi vermek için kurulduğunu bildiğimiz okulun Nasturist ve Neoplatonist düşünce akımlarının etkisinde olmasıdır.

 

 

The following two tabs change content below.
Prof.Dr.Mahmut Can YAĞMURDUR 03.08.1967 Tarsus Doğumludur. İlk ve orta öğrenimini Mersin’de yapmıştır. Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden 1991 yılında mezun oldu. Aynı üniversitenin Tıp Fakültesi Genel Cerrahi Anabilim Dalı’ndan 1996 yılında Genel Cerrahi uzmanlığını aldı. Özel sektör ve Sağlık bakanlığına bağlı eğitim araştırma hastanelerinde çalıştı. 2006 Yılında Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi Genel Cerrahi Anabilim Dalı’nda Genel Cerrahi doçenti oldu. 2011 yılında Cerrahi Onkoloji uzmanı oldu. 2015 yılında Kafkas Üniversitesi Tıp Fakültesinde profesör ünvanını aldı. Bu üniversitede genel cerrahi anabilim başkanlığı başkanlığı ve cerrahi tıp bilimleri bölüm başkanlığı yaptı. Halen Ankara’da serbest hekim olarak aktif cerrahi yaşantısına devam etmekte başta onkoplastik meme kanseri cerrahi tedavisi olmak üzere çalışmalarını sürdürmektedir. Uluslararası indekslerde taralı dergilerde basılmış 50 nin üzerinde yurtdışı yayın ve iki yüzün üzerinde yabancı ve  yerli yayın ve tebliğler ile kitap bölümü yazarlığı da mevcuttur. Bu yayınlar uluslararası dergilerde 1000’in üzerinde atıf almıştır. En çok referans gösterilen ilk 6000 akademisyen içerisinde yer almaktadır. Klasik Türk Musikisi ile ilgilenmekte klasik makamlarda beste çalışmalarını sürdürmektedir. Halen Mevlana Kültür  ve Sanat Vakfı yönetim kurulu üyesidir. “Healt World News” sitesinin düzenli yazarları arasındadır. Evli ve 1 kız çocuk babasıdır. İyi derecede İngilizce bilmektedir

Son Yazıları Prof.Dr. Mahmut Can Yağmurdur (tüm yazıları)

BU SAYFAYI PAYLAŞ

.